Netherfield RPG
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Yıl; 1750. Yeni bir sezon tüm ihtişamıyla başlıyor! Sen daha yerini almadın mı?
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 i wanna think about

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Nola Brandon
Lady
Lady
Nola Brandon


Kraliyet : İngiltere
Mesaj Sayısı : 61
Kayıt tarihi : 12/06/12

i wanna think about Empty
MesajKonu: i wanna think about   i wanna think about Icon_minitimeSalı Haz. 12, 2012 11:08 pm

    Jude Philippe - Nola Brandon


Buğulu camın önünden malikanenin bahçesini izliyordu. Yer yer çam ağaçlarıyla süslenmiş bahçede, bahçıvanlar ağaçları buduyor, bazıları ise değişik renklerdeki çiçekleri suluyorlardı. Havanın güzelliğinden faydalanan insanların çoğu görevlerini büyük bir zevkle yerine getiriyorlar gibi görünüyordu. Hepsi birer kukla. Kulağına ulaşan hafif kapı gıcırtısıyla birlikte arkasını döndü. İpek kadar yumuşak ve parlak sarı saçlarıyla annesi göstermişti kendisini. Elini havaya kaldırmasıyla birlikte peşinden gelen iki hizmetliye kaydı gözleri. Deborah ve Lily. "Açık mavi, gri ve beyaz renklerinde olanı getirin." Kendisine doğru yürüyen tanrıçaya baktı. Yüzünde oluşan gülümsemeyle birlikte havanın da etkisiyle birlikte sevimli bir ses tonuyla konuşmaya girişti. "Bir yere gidiyoruz anlaşılan." Annesinin gözlerini kapaması üzerine sevincinden ellerini çırpmamak için kendisini zor tuttu. Hemen yatağının önüne doğru ilerledi. Kendisine doğru yaklaşan hizmetliyle birlikte üzerindeki elbisenin korsesini çözmeleri için onlara izin verdi. Elbisenin altından çıkan beyaz renk, korseli içliği iyice sıktırtmıştı. Bir an için nefesinin kesilmesine aldırmayarak elbiseyi giydirmelerini bekledi. Duman rengi elbise, beyaz tüllerle süslenmişti. Göğüslerinin yarısını kapatan dekoltesi omuzlarının tam bitiminden kollara bağlanıyordu. Kolay rahat etmesi için biraz bol dikilmiş kol kesiminin uçlarında ise yine tüller yer alıyordu. Normale göre biraz daha yüksek topuklu olan gri renk ayakkabıları da giydirilmişti. Annesine doğru döndü bütün işler bitince. "Harika." Normal bir ses tonuyla aldığı tebrikle beraber kızı odasında yalnız bırakmak için kapıya doğru ilerlemiş, hizmetlileri de götürmüştü peşinden. İnsanların kendi saçlarına dokunmasını sevmediği için kendisi fırçalamayı tercih ediyordu. Takılarını takmadan önce eline aldığı krem rengindeki tarağı saçlarında gezdirmeye başladı. Yavaş fakat saçlarının şeklini bozmayacak hareketlerle tarıyordu. Her bir fırça darbesinde saçlarındaki dalga artıyordu. Tanzanit taşından yapılmış kolyesini yavaşça taktı boynuna. Saçlarına ufak dokunuşlar yapıp ayaklandı. Nereye gideceklerini bilmese de bu kadar süslenmesi normal mi onu düşünüyordu elbette.

Topuklarından çıkan tok seslerle birlikte malikaneden ayrıldı. Bahçeye çıktığında biraz uzağında duyduğu sesle birlikte kafasını çevirdi. "Lady Nola. Joy... Onu da hazırlayalım mı efendim?" Kırk yaşlarındaki adama doğru yaklaştı. "Babama ve anneme söylemeyin. Evet bizimle geliyor. At sıralarının en arkasında tutun yeter. Huysuzlanmasın. Teşekkürler William." Mavi gözlerini adamın üzerinden çekerken at arabasına doğru ilerledi. Babası her zamanki gibi önden kendi atıyla gidecekti. Brandon krallığını yönetiyordu nasıl olsa. Kahverengi ve altın renkleriyle süslenmiş at arabasına binince üzerine kapanan kapının penceresinden dışarıya baktı. Hava güzel. Umarım gün de güzel geçer. Dışarı çıkışımızın muhtemelen tek bir sebebi var: Babamın arkadaşları. Argh... Şimdi diğer düklere gülümsemek zorundayım. Lütfen... Tanrım... Sherwood Ormanı'na gidince kimseye görünmeden Joy'a binip uzaklaşayım oradan. Yalvarırım...

-

Yaklaşık bir buçuk saatlik yolculuk esnasında annesiyle arada bir kavga etmiş, arada bir ise imrenilecek derece yakın olmuşlardı. Ne kadar aynı özelliklere sahip olsalar da, kıyafet ve takı söz konusu olduğunda kesinlikle ayrı yollara düşüyorlardı. Renk konusunda aynı fikre vardıkları tek elbise, şu an Nola'nın üzerinde olandı ve bunda bile tartışma konusu bulabilmişlerdi. Neyse ki yolculuk sonrası yine anne - kız olabilmişlerdi. At arabasından indiklerinde babası biraz ileride birkaç adamıyla konuşuyordu. Annesi ise kendilerine doğru gelmekte olan McAdamslara doğru ilerliyordu. Iy. Gerçekten! Her saniye kendilerine bir adım daha yaklaşan aileyi gördükçe yüzünde sahte bir gülümseme oluşmuştu. Kızları Lilith de onlarla birlikteydi. Yirmi altı yaşında. Evde kaldı. İmalı bakışlarını kıza yollarken, annesi ve babası önünde güzelce reverans yaptı. Yaklaşık olarak beş dakika yanlarında kaldıktan sonra yavaş adımlarla at arabasının arkasındaki bir grup insana doğru ilerledi. "William. Joy'u alıyorum. Annemler sorarsa, bilmiyorsunuz." Dudaklarında sahte ama sevimli bir gülümseme oluşurken toprak yolda ayağının altında ezilen kumların sesi hoşuna gitmişti. Hatta sırf bu yüzden abartılı bir şekilde yürüyordu. Her adımında ayağını toprak zeminde kaydırıyor, daha fazla ses çıkmasına yardımcı oluyordu. At sırasının en arkasında huysuzlanıp sürekli olarak eyer ipini kemiren Joy, sahibini gördüğünden olsa gerek bir an duruldu. Vücudunu dikleştirdi. Arka bacaklarını sert bir şekilde yere vuracaktı ki, Nola hayvana dokununca bir asker gibi kaskatı kesildi. "Aferin oğluma." Ata binmek için eyerine sıkıca tutunup ayağıyla destek alarak atın üzerine çıktı. Eyere yan oturmuştu mecburen. İyice yerleştiğini düşündüğü esnada Joy'un hareketlenmesiyle birlikte sola doğru yön verdi. Yavaş adımlarla direkt olarak ormanın içine dalmayı başarmışlardı bile. Şimdi tek oley, ormanın içine doğru ilerleyen patika yolu uzaktan takip edip, kamelyaların bulunmadığı, yalnızca yolun olduğu tarafı bulmaktı.

Rahvan giden atın üzerinde etrafına bakınıyordu yalnızca. Hafif esen rüzgar yüzünden başlayıp göğüslerine kadar ufak ürpertiler yaratarak geçiyordu. Tamamen yeşil ve kahverengi tonlarıyla bezenmiş ormanda, minik çakılların bulunduğu patikada ilerliyordu işte. Başka ne yapabilirdi ki? Ailesiyle oturup çay içecek hali yoktu ya. Yaklaşık on metre sonra, biraz ileri de gördüğü siluet sayesinde biraz olsun dikkatini bir yere toplayabilmişti. Atını biraz hızlandırıp toynak sesleri arasında ileriden ilerleyen adama doğru yaklaşmaya başladı. Kısa saçları, gösterişli kıyafeti... Nefesinin kesildi. Aralarında bir kaç adımlık mesafe kala yavaşlattı atını. Tekrar rahvan yürüyüşe geçerken sol tarafında kalan adamı çıkarmaya çalıştı. Bir kaç saniye aklını yokladıktan sonra çıkarabilmişti. Sırtını dikleştirdi. "İyi günler Sir Philippe. Sizi burada görmek beni şaşırttı doğrusu." Kalın dudaklarının arasından çıkan kelimelerin ardından gülümseyerek -yirmi beş yaşında olduğunu tahmin ettiği- şövalyeye baktı.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Jude Philippe
İngiliz Şövalyesi
İngiliz Şövalyesi
Jude Philippe


Mesaj Sayısı : 21
Kayıt tarihi : 11/06/12

Kişi sayfası
RP Puanı:
i wanna think about Left_bar_bleue95/100i wanna think about Empty_bar_bleue  (95/100)

i wanna think about Empty
MesajKonu: Geri: i wanna think about   i wanna think about Icon_minitimeÇarş. Haz. 13, 2012 9:29 pm

Sabahın ilk ışıkları yeryüzünü aydınlatmaya başlamışken malikanedeki hizmetlilerin koşuşturması da çoktan başlamıştı. Jude, ailesinde kimsesi kalmayınca dayısı tarafından büyütülmüş bir çocuktu. Dayısı yıllarca Jude’a kendi çocuğu gibi bakmış, ki bunda kendi öz çocuğunun olmamasının da payı büyüktü, olduğu için Jude dayısının yanından hala ayrılmıyordu. Dayısının tüm mirası ve ismi de bu adama kalacak olmasına rağmen sosyetede tanınan bir sima değildi Jude, şövalyelik başarıları dışında.

Erken uyanmış olmasına rağmen henüz yataktan çıkmamıştı genç. İçinde bulundukları günün öteki günlerden bir farkı yoktu, güneş doğudan doğmuştu ve batıdan batacaktı, sosyete her zamanki gibi boş bir günü tamamlarken halk onlar için çalışıp onlar için kazanacaktı. Jude ise bugünü kendine ayırmaya karar vermişti. Baş şövalye olmak istediği için her gün herkesten daha fazla çalışmasına rağmen bugün nedense canı ne kılıç görmek istiyordu ne de herhangi bir silah. Gözlerini yatağının başına sabitlemiş sessizliği dinlerken odasının kapısı çalındı, yatağın hemen yanındaki gömleği hızla üzerine geçirip “Girin.” dedi. Dayısı yüzünde sevimli bir gülümseme ile odaya girdi ve yaptığı ilk şey perdeleri sonuna kadar açmak oldu, her zaman güneş ışığını sevmişti bu adam. Ellisine merdiven dayamış olmasına rağmen neredeyse Jude kadar güçlü duran, saçlarına yer yer beyazlar düşmüş, yüzündeki çizgiler iyice belirginleşmiş adam rica eder gibi konuştu Jude, bu ses tonu ne olursa olsun Jude’dan istenen şeyi yapmayı gerektiriyordu. “Jude seni oğlum gibi gördüğümü biliyorsun, tüm mal varlığımızla adımızı da sana emanet edeceğiz buradan göçme vaktimiz geldiğinde, seninde artık evlenmenin vakti geldi.” Son birkaç yıldır evde Jude’un evlenmesinin vakti geldiği konuşuluyordu, genç adam ise hiç oralı olmamıştı. Belki de gerçek aşkı bekliyordu belki de aşka inanmıyordu kim bilir? Fakat böyle giderse dayısının kendisine uygun gördüğü biriyle evlenmek zorunda kalacaktı zira dayısının sabrı taşıyor gibiydi. Jude’un söze girmesine fırsat vermeyerek devam etti, “ Bu gün birkaç aile toplanacağız, resmi bir davet değil fakat genç bayanlar ile tanışman için iyi bir fırsat Jude. Çoğu kişi senin benim yeğenim olduğunu bile bilmiyor, tanrı aşkına. Bir saat içinde yola çıkıyoruz, görüşürüz.” Yine Jude’un hiçbir şey söyleme fırsatı olmadan hızlı adımlar ile odayı terk etti adam.

Hiç istemese de bir saat içinde hazır bir şekilde atının üzerinde dörtnala, arkasında tüm aileyi bırakmış bir şekilde ilerliyordu. Zorla götürüldüğü yerdeki tek tesellisi en fazla bir ya da iki ailenin orada olacağını bilmesiydi. Sosyete bu demekti işte, aptal toplantılar ve balolar. Ülkesini kanının son damlasına kadar koruyacağına emin olmasına rağmen bazen tereddüde düşüyordu canlarını korudukları insanlar hakkında. Elbette herkesin yaşama hakkı olduğundan dolayı, ne olursa olsun yaratılmış bir canlıyı koruduğu için bunun son derece kutsal bir görev olduğunu hatırlaması uzun sürmüyordu. Uzun süren bir yolculuktan sonra vardıklarında Jude atını yavaşlattı omzunun üzerinden arkasına dönüp baktığında dayısının arabasının henüz varmakta olduğunu görüp tekrar dörtnala sürdü atını, gelmişti fakat kimseyle muhatap olmak istemiyordu, bu hareketi kimilerince kaba karşılanacaktı fakat umurunda değildi.

İnsanlardan uzaklaştığında atını yavaşlattı, hafif tempoda yürüyen atın üzerinde dayısının dediklerini düşünüyordu, belki de haklıydı yaşı düşünüldüğünde evlenmesinin zamanı çoktan gelmiş geçiyordu. Bu düşünce Jude’un dudaklarında alaycı bir gülümsenin belirmesine sebep oldu, kesinlikle geçmiyordu. En azından Jude’a göre… Yaklaşan başka bir atlının sesleri düşüncelerinin hızlıca yok olmasına sebebiyet verdi. Yanında duran atlıya baktığında, birkaç kez dayısının yanında gördüğü leydi ile göz göze geldi. Jude’un aklında yer edinmeyi başarabilmiş ender kızlardan biriydi, çizilmiş gibi bir yüzü ve kusursuz fiziği ile Jude bu kızı son derece hoş buluyordu. Elbette sadece hoş. “ Sizin tarafınızdan hatırlanmak hoş Leydi Brandon.” Başını hafifçe öne eğerek selam verdi ve ekledi, “Sizi de bir atın üzerinde, bu şekilde tek görmek şaşırtıcı. Bayanları pek yalnız bırakmadıklarını sanıyordum, özellikle de düşme ihtimali bu kadar fazla olanları.” Ata yan oturmasıydı kast ettiği, yanına gelirken bu şekilde dörtnala at sürdüğüne şahit olmuştu, onaylamayan bir şekilde kafasını salladı hafifçe ve gülümsedi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
i wanna think about
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Netherfield RPG :: İngiltere :: Sherwood Ormanı-
Buraya geçin: