Güneş yeryüzünü bütünüyle terk ederken, kurdunun peşine kuzeyin derin ormanlarına daldığını hatırlıyordu en son genç kız, ağır yaralı bir şekilde yurdundan çok uzaklara sürüklenmişken. Elinden gelen keskin acı sürekli olarak bir inleme isteği veriyordu Ate’ye. Fakat şu anki haliyle savaşamayacağını bilmesi, inleyerek çevresine başıboş yabanileri çekme tehlikesini alma lüksünü sunmuyordu kıza. O an için tek umudu Hades’i bulup onu bir silah olarak kullanarak yeniden kuzey topraklarına dönmekti. Yine de bu umut yavaş yavaş yerini çaresizliğe bırakıyordu. Kaç saattir ayakta olduğunu tahmin etmek bile zulümdü artık genç kız için.
Deri eldivenlerini çıkararak, sağ eline bir grup asker bozuntusu tarafından bırakılmış yaraya göz gezdirdi. Yara paslı bir hançerin son hatırasıydı insanlarda bırakabileceği. Ate’nin bu kadar derin bir yarıktan mikrop kapması büyük ihtimal olsa da yarasını iyileştirmek için hiçbir çabada bulunmadan elini rüzgârın esişine bıraktı. Eğer güney rüzgârları ve iz bulma konusunda yanılmıyorsa sürekli olarak Lannister sarayına ilerliyordu. İçine ikinci bir bastırılmış inleme dalgasını yollayan bu düşünce her an kızı eski-yeni bütün Tanrılara dua etme girişimine sürükleyebilirdi. Ormandaki yalnızlığında geçmişini hatırlatan bir burkulmuşluk, geleceği olmayacağı hissini veren bir karamsarlık vardı. Sonunda bu karamsarlığın esiri olarak ağaçlardan birisine yaslandı. Sağlam olan eli güneye özgü bir ot yığınını kavramış ve açlığını gidermek dürtüsüyle ağzına kadar sürüklemişti. Zaten zevkler konusunda pek de seçici olmaması Ate’ye hemen her şeyi yemek gibi insanları rahatsız eden fakat çoğu zaman oldukça yararlı bir özellik veriyordu. Ot yığınını yutma amacı gütmeden bir süre çiğnedi ve gövdesini yaslandığı ağaçtan kopararak daha güçlü bir adım attı toprağa. Eğer ağacı dinlenme konusunda fazla benimserse hem fiziksel ihtiyaçlarının hem de ölme tehlikesinin artacağından emindi.
Düşüncelerini doğrular nitelikte bir hışırtı yükseldi arkasından genç kızın, saniyeler içinde. Hışırtı bir hayvana ait olamayacak kadar temkinli gelmişti kulağa. Her ne kadar durumu kötü olsa da arkasını dönme gibi bir aptallığa düşmedi. Hışırtı her kime aitse yapabileceği en kötü şeyin, kendini bir düşman gibi göstermek olduğunun farkındaydı. Eğer sadece yolu araziden geçen biriymiş gibi davranırsa çoğu kişi Ate’yi normal ve fazlaca ahmak birisi zannedip görmezden gelirdi. En adı geçeninden bir Stark prensesini ise yaşayan hiçbir varlık sağ bırakmazdı Lannister arazisinde.
Sanki hiçbir şey duymamış gibi toprağı sert adımlarıyla dövmeye devam etti genç kız nabzı gittikçe yavaşlarken. Fakat umduğunun aksine, aynı mekânı paylaştığı canlının peşine düştüğünü hissedebiliyordu. Adımlarını biraz daha uzatarak eli haşat durumdayken yaşadığı acizliğe küfretti içinden. Yine de adımlarındaki bu uzatma genç kızı takipçisinden kurtarmaya yetmemiş, fiziksel gücü nedeniyle erkek olduğu rahatlıkla anlaşılan adam hızla kılıcını Ate’nin boğazına götürmüştü. Gecenin içinde dağılan tanıdık kahkahaları dinlemeye maruz bırakılırken, genç kız adama kendini öldürtme fırsatı vermeden kendi işini kendisi bitirme arzusuyla tutuşuyordu.
"Beni burada beklemiyordum değil mi? Seni lanet herif." diye fısıldadı adam karşısında. Hırsından kendisini zor tutuyor gibiydi.
"Seni geberteceğim, ama ilk olarak kim olduğuna bakalım değil mi?"Sadece şart eşitsizliği sayesinde genç bir -adam konuşurken sesi pek de yaşlı gelmiyordu kulağa- şarlatanın kurbanı olmayı gururuna yediremezdi. Gururunu mantığının sesini dinleyerek hiçe saydı ve yorgun bedenindeki ağırlığın bir kısmını kendisine bıçak dayayan adama yükleyerek teslimiyetini gösterdi. Adam, genç kızın kılıcı başta olmak üzere kemerine sonradan diktirilen bölmelerdeki hançerleri tek tek çıkardı. Ate en ufak karşıtlıkta bulunmadan teslimiyetini sürdürdü ve adam kendisini yere yatırırken oldukça itaatkâr davrandı. Adam kim olduğunu bilmeden kendini öldürmeyi planladığı için kız olmasını umursayacağını sanmıyordu. Bu yüzden kendini göstermemeyi kozdan saymayarak, adam kolları boğazını iyice zorlarken bacağını kıpırdatmaya çalıştı. Şansına adam aşağı kısımlarda oldukça temkinsiz davranmış, Ate’ye kaçış için en kesin yollardan birisini vermişti. Dirseklerinden birisini adamın hayalarına geçirdi ve ağzında pek de masum olmayan bir gülümsemeyle bağırışların ardından gelen kıvranma nöbetlerini izledi. Erkeklerin çoğu kez beyinlerini kullanmamaları Ate’ye her zor durumda bir çıkış sağlıyordu. Deri botlarına uzandı ve adamın varlığından habersiz hançerini deri parçalarının içinden çıkardı. Kaçmak aklından geçen son düşüncelerden biriydi gururunun önderliğinde. Hançeri sağlam olan sol elinde birkaç kere döndürdü. Adam, hızlıca toparlanmış ve kılıcına asılarak üzerine gelmeye başlamıştı. Kılıca karşılık hançer pek de akıllıca değildi, hatta direk yenilgiydi ama yine de şansını denemek istiyordu genç kız.
...
Şansını denemek…
Neredeyse şu ana dek yaptığı en büyük salaklıktı genç kızın. Vakti varken arkasına bakmadan koşmalı, kurdunu maceracı ruhuyla ormanın ortasında yalnız bırakmalıydı. Eğer aynı maceracı ruh Ate’de de olmasaydı büyük ihtimalle öyle yapacaktı da. Şimdi ise kendisine yaklaşan ölümü ağırbaşlılıkla izliyordu. Ölümü görmek, mutsuz bir anıyı tekrar yaşamaktan farksızdı. Adam kendisine doğru kılıcıyla koşarken kardeşini, kardeşlerini, hayatı boyunca elleriyle öldürdüğü yahut ölümüne sebep olduğu onlarca insanı görebiliyordu. Hepsi de adamın öfkesine ve hırsına sahipti. Hepsi içten içe genç kızın parçalara ayrılarak dünyadan silinmesini izlemek istiyordu. Hepsi genç kızı parçalara ayıracak olan insan olma onuruna erişmek istiyordu. Karşısındaki adam ise hepsinden farklı olarak Ate’ye öfke beslemek için hiçbir sebebe sahip değildi. Sadece yaralı bir şekilde ormandan geçmek… Sonunun bu şekilde basit olmasını hak ediyor muydu genç kız?
“Belki de benim cezam budur.” Diye düşündü yüzünden alaycı, yakıcı gülümsemesini silmeden. Ölmek üzere olan birine oranla merhamet dileyeceği kimsesi, af için yalvaracağı son dakika yoldaşları yoktu. Hepsinden öte, içinde merhamet dilemeye dair bir istek, yalvarmak gibi bir küçüklüğe düşmek için en ufak arzu yoktu. Bu yüzden adam hançerini uzaklara fırlatıcı hamleyi yaparken kılını kıpırdatmadan yerinde kaldı.
Karşı saldırıda bile bulunmaması Stark’lığına yakışmamakla birlikte içinde ölmeyi isteyen bir kıvılcımı da çakmıştı. İnsanların genel düşüncesi en korkusuzun bile ölümle karşı karşıya geldiğinde hayatta kalmak için elinden geleni yaptığıydı oysaki. Geriye doğru istemsiz birkaç adım aldıktan sonra adamın elleri altındaki ikinci teslimiyetine kapıldı. Kafası kaba bir şekilde varlığından haberdar olmadığı bir ağaca saplanmıştı. Adamın gece karanlığında bile parlamasıyla ustalıkla yapıldığı belli olan kılıcı boğazında minik bir kesik yaratarak genç kızın kaçma olasılığını sıfırlıyordu. Gerçi artık şansa olsa bile kaçmazdı, son anlarında emin olduğu tek şey…
"Beni yenebileceğini nasıl düşündün? Sanırım benim kim olduğumu bilmiyorsun, pis mahlukat." dedi adam boğazında açtığı yaraya rağmen hâlâ tatmin olmamışken.
"Seni öldüreceğim, bunu ikinci kez söylüyorum. Ve ben bir şeyi iki kez söylemeyi sevmem. Bu yüzden sana özel bir ölüm hazırlamayı düşünüyorum. Tabi ilk önce şu lanet örtünün altındaki suratı görmem gerek."Bu kadar yakınlıkta, adamın yüz hatlarını rahatlıkla seçebiliyordu; hırsla parlayan kahverengi gözler ve delici hatlar. Söylediklerinden çocuksu hevesler aksa da gözlerinden daha fazlası, insanı savunmasız hissettiren daha çok duygu belli oluyordu. Öncelikle çaresizlikle sarmalanmış bir öfke vardı gözlerinde karşılaşmalarından beri tam olması gerektiğini düşündüğü gibi. Fakat öfkenin arkasında, gürültüden kaçan bir çocuk gibi yalnızlığın saklandığını seçebiliyordu. Yalnızlığın hemen ardına ise isimlendiremediği bir sonsuzluk serpiştirilmişti. Kaçamayacağından emin olması boğazına kılıcın dokunduğu dakika olmamıştı. Hayır! Kesinlikle bu kadar basit bir an soğutamazdı kızı hayattan! Kaçamayacağından emin olması henüz ilk yenilgisinde gözleriyle karşılaştığında olmuştu. …Ve şimdi yenilginin ağırlaştığını ve omuzlarına bir ölünün leşi gibi bindiğini hissedebiliyordu.
Yüzündeki, seyahatlerini kolaylaştıran örtü çıktığında adamın gözlerine bakmaktan bunu fark edemedi bile. Farkındalığı ancak demir boynundan uzaklaştığında hissedebildi. Adam olağandışı bir şekilde öldürme planından vazgeçerek geriye çekilmişti. Rahatlamayla karışık nefesler alarak sağlam eliyle boynunu hafifçe ovaladı. Adamın derisinin üst tabakasına açtığı delikten birkaç damla kan gelmişse de yarası çok yüzeysel kalmıştı. Eline bulaşan az miktardaki kanı kürküne silerek, artık takmasının faydasız olduğu düşüncesiyle pelerininin saçlarını örten kısmını da aşağı indirdi. Hiçbir zaman genç kızı memnun etmemiş, koyu kahverengi saçları ortaya çıkmıştı böylece. Saçları, ağaçlar tarafından sürekli akışı kesilen tutarsız rüzgâr tarafından sürüklendi bir süre. Biraz önce az kalsın ölümüne sebep olan aptallığı yeniden su yüzüne çıkıyordu. Kaçmayı düşünmeden, geriye çekilen adama doğru bir adım attı ve sesinin kararlı çıkmasına özen göstererek konuştu;
“-Senin kim olduğunu bilmediğim doğru. Fakat bana pis mahlûkat dediğine göre sende kim olduğumu biliyor sayılmazsın.”Adamla arasındaki mesafeyi tam olarak kapadı ve onun tehditkâr bakışlarına aldırmadan elindeki kılıca uzandı. Onu tanıyanlar, bu durumda Ate’nin her şeye rağmen adamı öldürmeye çalışmasını beklerdi. Adamın da saldırıya benzer bir şey beklediği kesindi. Yine de kararlı bir şekilde kılıcı keskinliğine rağmen kenarlarından kavrarken planladığı şey çok daha farklıydı. Keskin demir ellerindeki yaraları derinleştirmesine rağmen adam kılıcı hafifletene kadar, büyük bir güçle kılıcı çekmeye devam etti ve kılıcın ucu kendi vücudunu gösterene kadar durmadı.
“-Beni ölümümle tanıştır. Yanılmıyorsam biraz önce çok özel bir şeyler hazırladığının müjdesini vermiştin.”...
Hayatını kumarlar üzerine kuran çokça insanın bulunduğu bir dünyada yetişmişti Ate. Herkes tahtın cazibesiyle elindekileri riske atar ve sahip olduklarından fazlasını umardı çevresinde. Görünürde başarı olasılığı yüksek kumarlardı bunlar. Oysa dünyada kimsenin elinde tutamayacağı, sahip olamayacağı şeylerdi herkesin istediği ve uğruna fedakârlıklarda bulunduğu. Zamanla Ate de çevresindeki kumarbazlardan birine dönüşmüştü lakin herkesin aksine sadece hayatı üzerine oynamayı severdi kumarı genç kız. Kendisinden başkasının yaşayışına etkide bulunmaktansa, belirli aralıklarla ölümle yaşamın arasına asırlar önce konmuş olan ince çizgiyi dürterdi. Şimdi ise saygısızlık derecesinde çekiştiriyordu çizgiyi, her an ölüme doğru kayabileceğini bile bile. Yine de bu sefer kumar masasına hile karışmıştı; duygular… Nefret, umut, aşk ve belki de daha fazlası. İnsanın hayatı boyunca sahip olabileceği en büyük lanetti duygular genç kızın aklında. Bu yüzden kuzeydeki insanların çoğu gerçek bir savaşçı olduğunda geride bırakırdı duygularını. Savaş alanına kimse sokmaya cesaret edemezdi merhameti, sevgiyi, acımayı… Onun yerine kulakları patlatacak gürlükte
“ADALET” diye bağırırdı kuzeyin ölüleri dahi savaş sırasında. Adalet! …Ve gerisinde anlamsız haykırışlar.
Ate hiçbir zaman tam bir savaşçı olamayacağını bilerek yetiştirilmişti değişmeden önce. Çocukluğunda ona tembihlenen ağırbaşlı olması ve soyluluğun kadınlara biçtiği kaderi yaşamasıydı. Aslında başlarda çok iyi gidiyordu Ate ağırbaşlılık uğraşında. Strateji yerine tarihe yorduğu kafası, sadece gökyüzüne sorduğu sorularıyla herkesin örnek gösterebileceği bir çocuktu. Hele gözlerine ve yüzünün masumiyetine bakanlar defalarca sorgulamıştı isminin asiliğini. Gayet olağan isimler konabilirdi onların gözünde bu masum kıza. Neden günah ve hata? “Birileri geleceğimi öngörmüş olmalı.” Diye düşündü yüzü içten bir gülümsemeyle aydınlanırken. Ate her savaşçıdan farklı olarak daha savaş meydanına çıkmadan, kaybolmuşluğunun içine gömmüştü duygularını. En ufak bir sevinci bile hissetmeyeli o kadar uzun zaman oluyordu ki gülümsemesinin içtenliği fazlaca ürküttü kızı. Ürkeklik damarlarında zehirli hünerlerini gösterirken toprağa çarpan boğuk metal sesiyle çıkabildi düşüncelerinden ancak. Hemen ardından da şaşırtıcı sözler!
Kesinlikle Tanrıların kızı bugün öldürmek gibi bir planı yoktu. Fakat planlarının aksine dikkatlice hazırlanmış esprileri Ate’nin keşfedilmesine uygun olarak kuytu bir köşede bekliyordu. Lannister sarayına yaklaştığının farkında olmakla saniyeler öncesinde bir Lannister prensi tarafından öldürülmek arasında kesinlikle belirgin bir fark vardı. Ölmesi dahilinde hanedanlıklar arasında çakan kıvılcımların dönüşebileceği amansız savaşı hesaba bile katmıyordu çocuğu ikinci defa süzerken. Pek Lannister’lara uygun hatları yoktu çocuğun. Yüzü kemikli, düz kaşlarının altında yanan gözleri küçükçeydi. Dudakları ise… kesinlikle genç kızın bakışlarını kaçırdığı bir noktadaydı. Ölmesi dahilinde savaştan çok daha fazlasını; ruhsal yenilgilerinin en büyüğünü yaşardı.
"Ben bir kızı öldürecek kadar aşağılık biri değilim. Seni sadece bir erkek zannetmiştim ve bu saatte gizlice buralarda geziyor olman beni kuşkulandırdı. Eğer sende bir Lannister prensi olsan kuşkulanırdın." dedi adam genç kız çok farklı bir tepki beklerken.
"Eğer canını çok yaktıysam beni affetmeni dilerim. Özür dilemeyi seven bir yapım yoktur, o yüzden kendini şanslı saymalısın." Adam son iltifatvarimsi çıkan fakat özür barındıran sözlerini söyleyip uzaklaşmaya başladığında yaşam çizgisine son bir defa dokunmak istedi bu düşüncelerle.
“-Korkak!”Sesi ormanda bir meydan okuma gibi yankılanmıştı Ate’nin. Adam bu meydan okuma karşısında sert bir dönüş yaptı ve genç kızın hayran kaldığı gözleri yıpratıcı bir şekilde üzerine kilitledi. Normal insanlar üzerinde korkutucu sonuçlar doğurabilecek bu kilitlenme sadece daha fazla çıkışmasına sebep oldu genç kızın karşısındaki adama.
“-Senin gibilere kuzeyde böyle derler. Aman ben seslenmek yerine senin gibileri öldürmeyi tercih ederim.” Yere atılmış silahlarının bulunduğu kısıma ilerledi ve hepsini adamın gözünün önünde teker teker olması gereken yerlere yerleştirdi. Bir şekilde adamın kendisine vereceği tepkiyi geciktiriyordu aklınca.
“-Sonuçta savaş alanında konuşmaktan çok kan işe yarar. Hele ki Lannister kanı…” Hafifçe dudaklarını yaladı ve gülümsemesini yüzünden bir an için silmeden adamın yerde bıraktığı kılıcına uzandı. Bu sırada yaralı olan eli de cebine ulaşmış ve Stark arması işlenmiş siyah üzerine beyaz renk olan mendili usulca çıkarmıştı. Mendille kılıcın üzerinde kalan kendi kanını sildi ve adama tehlikeli bir mesafeye kadar ulaştı. Eğer karşısındaki adam soyluluğunu vurgulamak istiyorsa genç kız kesinlikle bu yarıştan yenilgiyle ayrılan taraf olmayacaktı. Mendili doğal bir şekilde fakat adamın armasını görebileceği şekilde kılıçtan çekti ve kılıcı adama doğru uzattı.
“-Savaşta olmamamız ne büyük şans.” Dışarıdan sanki adamı öldürmeye dair bir arzusu varmış gibi görünebilirdi ama içten içe seviniyordu savaşın olmamasına. Kendini hissettiği şeyin duygu değil de sadece tutku olduğuna inandırmaya çalışırken adamın kılıcı almasını beklemekten vazgeçti ve aralarındaki mesafeyi sıfırlayan bir adım attı. Dengesiz yapısının öncülüğünde mantıksız bir hareket şeması vardı kesinlikle. Kılıcı demir kılıfına sol eliyle yavaşça yerleştirdi ve vücutlarının temasını bozmamaya çalışırken gözlerini hafifçe yukarı kaldırdı.
“-Acaba bu Lannister Prensi bana adını bahşedecek mi?”Sorusuyla birlikte kaşlarının eğlendiğini belli edecek şekilde havaya kalkması ve dudaklarının ukala olmaktan çok yaramaz bir gülümsemeye bulaşması bir oldu. Artık olayların gelişmesi tamamıyla karşısındaki adamın ve tutumunun elindeydi.
"William, yani adım William."Ate adamın ismini duyduktan sonra birkaç saniye boyunca ismini aklında tartmaya çalıştı. Hayatını kuzeyde geçirmiş olması nedeniyle kendisinden beklenenin aksine Lannister’lar hakkında pek çok asıllı ya da asılsız bir bilgiye sahipti. William… Bu ad ise aklında pek bir yere oturmamakla birlikte aynı anda çok fazla şeyi çağrıştırıyordu kıza. Daha fazlasını hatırlamak istercesine şeffaf gözlerini adamın yüzüne odakladı ve dikkatlice baktı. Dikkatli bakışları dakikaları kovalayan bir seyir sürecini de beraberinde getirmişti. Hâlâ düşüncelerinin barındığı noktaya ulaşmakta bir kopukluk yaşıyor ve sanki beyni çalışmıyormuş gibi davranışlarını sebepsiz doğrultularda ilerletiyordu. Yine de hiçbir davranışta bulunmadan sadece adamı izlemek içine huzur havuzundan birkaç damla damlasına sebep oldu. …Ve damlaların sayısı adamın elinin yanağıyla bütünleşmesiyle kendini milyonlara bıraktı. Geçmişini düşünerek geçirdiği uzun gecelerden sonra huzur o kadar güzeldi ki…
"Peki ya sizin adınız nedir? Böyle bir güzelliğe sahip olduğunuza göre siz de büyük ihtimal bir Stark prensesiniz."Adam ismini sorup ardına normal bir insan için tehlikeli olabilecek şeyler eklediğinde sadece kafasını sallamakla yetindi genç kız. Normal için tehlikeli sözlerdi bunlar çünkü Ate ne kendisini güzel bulurdu ne de insanların soyluluğu bu duruma bağlamasından hoşlanırdı. Fahişelerin çoğu da güzel değil miydi zaten? Hangisi soyluydu peki? Aklı hemen yeni bir cevaplar zinciri üretmişti bu soruya karşın. En güzel fahişelerin genelde soylular tarafından tutulduğuyla ve onların çocuklarının da doğal olarak güzel olduğuyla başlayan bir zincir… Kesinlikle insanın kendi aklıyla uğraşmaya bile üşeneceği türden bir tane. Bu yüzden kişiliğinin isyankâr tarafını geri plana atmaya karar vererek cevap vermek için hafifçe ağzını araladı. Ama kelimeleri daha havayla buluşamadan adamın nefesiyle bölünmüştü. Çevrelerinde esen soğuk rüzgârların aksine sıcak bir nefesti bu. Saniyeler içinde kızı ısıtmayı başarmış üstüne bir de arzu tutamları serpmişti. Ate tam öpüşün devamı için atılacaktı ki adamın kararsızlığının esiri olarak yerine hapsoldu. Adam öpüşmenin şaşırtıcılığıyla yarışır şekilde geri çekilip özürler sıralarken genç kız fazlası için adamın kulağına doğru yaklaştı.
“-Özür dilemekten hoşlanmadığını sanıyordum.”Fısıltı olarak çıkan bu kelimeler daha adamın kulağına yeni ulaşmıştı ki genç kız dudaklarını daha önce dikkat etmediği kulaklarına uzattı adamın. William’ın kesik nefes alıp verişlerini duyabiliyorken adeta biraz önceki özrünün ne kadar manasız olduğunu anlatıyordu adama dudaklarıyla. Dudakları kulağında çene çizgisine inmeden son bir fısıltı yolladı adamın kulağına doğru;
“-İsmim Ate.” Ardından dilini de hafifçe dudaklarına eşlik ettirene kadar adamın dudaklarına giden bir yol izledi. On dokuz senelik hayatında sadece basit zevkler için birlikte olduğu çok fazla adam vardı; arkalarından efsaneler söylenen türden. Gücün cazibesi her zaman çekmeyi başarmıştı genç kızı. Fakat her türlü olayı dozunda tutması ve gücün arkasındakini gördükten sonra kolayca sıkılması kimseye duygusal bir şeyler hissetme imkânını vermemişti kıza. Zaten “duygusal bir şeyler hissetmek” fazlasıyla bayağı kalan bir tabirdi hayatının her kesiminde. Bu bayağılığı erkeklere indirmek de her şeyden gereksiz görünürdü. Her ne kadar birlikte olduğu erkeklerin efsaneleri varsa
“aşk” da o efsanelerden birisiydi ve dikkatlice bakan herkes arkasında yatan yolunu kaybetmiş duyguları görebilirdi Ate’ye göre. Şimdi ise kendisine ait her şeyin yolunu kaybettiğini hissediyordu ve o an için tek doğru yol karşısındaki adamın biçimli dudakları göründü.
Her saniye farklı bir düşünceye kapılıyordu gerçi. Yine de bir dakika boyunca doğru yolunun peşinden giderek adamın hafif tuzlu tadını çıkardı. Yaralı olan arkalarda bir yere saklanırken sağlam olan eli adamın yumuşak saçlarından bir tutamı yakalamış hafifçe okşuyordu. O an için sıradan olmak bile o kadar kolaydı ki kendini yepyeni bir dünyaya teslim etmişken. Dudakları daha fazlası için erirken geri çekilmek her ne kadar zor olsa da bir dakikanın sonunda vücudunun herhangi bir yerinin adama temas etmemesine özen göstererek vücudundaki her parçayı sırayla adamınkinden çekti. Önce eli ayrıldı ipeksi yumuşaklıktan ardından da bedeni yaslanışını geri çekerek dudaklarını ayrılmaya zorladı. Attığı her adımda karşısındaki insanın tepkisine ölçen yapısı kendisi için cennet anlamına gelen bir dakikanın adamdaki etkisini görmek için yanıp tutuşuyordu.
O an Ate’nin tek istediği her noktasının biraz önce tattığı huzurdan nasibini alarak bütün sorunlardan uzaklaşmasıydı. William’dan geri çekilmiş, ayakta soruturken de mantığının büyük kısmı isteğinin birazdan gerçekleşeceğini haykırıyordu. Neden olmasındı ki? Adamdan yayılan gerçek tutkunun ürünü olan sıcaklığı var olduğu hafif uzak noktadan bile hissedebiliyordu ve genelde iki insan bu derece birbirini kaybettiğinde sonuç kısa-öz ve fazlasıyla basit olurdu. Karmaşık olan sonuca ulaştıktan sonra iki tarafta da meydana gelen değişimler olurdu Ate’nin gözlemlediği kadarıyla. Hatta daha çok kendisinden anladığı üzere… Yine de William oldukça duygulu sözleri birbirinin ardı sıra sıralarken işin gelişiminde bile birçok karmaşıklıkla karşılaşacağını anladı. Kulaklarında bir problem mi vardı yoksa henüz dakikalar önce karşılaştığı bir adam ona aşkını mı ilan ediyordu!? Şaşkınlığını gizlemeye çalışarak adamın her kelimesi üzerinde özenle durdu. Karşılık olarak ateşli bir öpüşme beklerken
“aşk” bulmak kesinlikle beklenmedikti. …Ve şimdi davranışlarını nasıl şekillendirmesi gerektiğine dair hiçbir fikri yoktu. Bu yüzden adam genç kıza sarılırken ağırbaşlılıkla, karşı çıkmadan bekledi. Aşk! Evet, kahkahalar atmak istiyordu kesinlikle. Belki yerlere düşmeli, kafasını taşlardan birine çarpana kadar yerde yuvarlanmalıydı. Ya da belki de kafasını taşlara çarptıktan sonra dahi bütün bu düş bitene kadar milyonlarca yeni taş daha bulmalıydı. En azından kafasındaki yarıklar aşk diye bir şeyin var olmadığı gerçeğini kafasına sokmasında bir yol teşkil ederdi beynine.
Bu düşünceler doğrultusunda ilk olarak arkasını dönüp kaçabildiği kadar uzağa kaçmayı düşünmüştü başta. Ya da adama aşkın var olmadığı konusunda uzun bir vaaz çekebilirdi. Fakat şimdiki yakınlıklarında sıcaklık bedenine iyice işlemişken neleri kaybedeceğini de hesap etmek zorundaydı. Eğer yanında Alyssha olsaydı
“basit bir erkek” deyip geçiştirirdi ve Ate’nin bu düşünceyi kabullenmek dışında çaresi kalmazdı. Fakat şimdi yalnızken kendi düşüncelerini daha kolay seçebiliyordu. …Ve ruhunun neredeyse tamamı adamla geçireceği her saniyeye mahkûmdu. Saniyeleri uzatmak içinde o an için yapabileceği en güzel geçiştirmeyi yaptı.
“-Duygulardan bahsetmek için daha çok zamanımız olacak. Şimdilik sadece ana odaklan.” O bunları söylerken sarılmaları da sonlanmış sayılırdı. Sağlam eliyle adamın saçlarından şakaklarına dek inen yarım bir daire çizdi ve gözlerini kapatarak bu sefer sonunu getireceği mutluluk için öne doğru uzandı. Dudakları sürekli olarak daha fazlasını isteyen bir açlıkla yaklaşıyordu adama ve bedenleri artık iyice bütünleşmişti. Adamın kollarının pelerininin üzerinden geçtiği hissedebiliyordu ve saniyeler sonra pelerininin yere düştüğünü. Ayakları yerde sürüklenen pelerinin kürk kısmına dolanıyorsa da o an ayaklarına lanet edemeyecek denli meşguldü. Aklında bir nokta hamlesinin akılcılığı konusunda kendi kendini tebrik ediyordu. Elleri adamın gömleğinin düğmelerine doğru uzanırken kendini hafifçe geri çekti ve henüz iki düğme açabilmişken kafasını masumca adamı görmek için havaya kaldırdı. Eğer biraz daha masallara inanan bir kız olsaydı adamın yüzünde gördüğü şeyi aşk sanabilirdi. Yine de aşk olmadığını vurgulayan bilincinin yanında o
“şey”e ulaşmak isteyen ikincil bir yönlendirme mekanizması daha vardı. El çabukluğuyla düğmelerin geri kalanını açtı ve gömleği geriye doğru iterken elini adamın alnına doğru sürükledi. Dokunuşuyla William gözlerini kısmış ve yüzünde çarpık bir gülümsemeyle bekler olmuştu. Başparmağını lider alarak adamın alnından burun çizgisini takip etti ve elini göğsüne dek indirdi. Adamın göğsü tam beklentilerindeki gibi kaslı ve sertti. Kafasını yaslamaya dair bir dürtü duysa da dudaklarını adamın anlına yönlendirdi ve hafif bir öpücük kondurdu. O anki davranışlarının sınıflandırmasını yaptığı duyguların hiçbirine girer yanı yoktu.
…Ve o an davranışlarının devamında yapılabilecek en büyük hatayı yaptı;
“-Aşk denen masalın gerçek olmasını ve sadece bir düşe inanmamanı o kadar çok isterdim ki! Fakat bütün bunlar arzudan ibaret. Biraz fazla arzu belki... Ama yine de arzu.”...
Bir çayırlık… Unutulmuş bir tane belki. İçinde bir insanın bütün hayatını barındırıyor. Kedere şahit olmuş defalarca. Defalarca yıpratmış rüzgâr çimenlerini, yarmış susuzluk toprağını. Bir çayırlık ki asla tadamamış üzerinde dolaşan ayakların verdiği aitliği. Asla görememiş uzak diyarları, görmek gibi bir arzusu da yokmuş gerçi. Lakin hani olur ya bazı
“belki” ler hayatta. Onunda böyle belkileri var.
“Belki de bir gezgin olmalıydım ben. Belki görmeliydim kendim dışında her toprak parçasını. Belki insanlar benden ne kadar uzaksa bende diğer çayırlara o denli insan olmalıydım. Belki… belki bu kadar yalnız kalmazdım.” Evet, aynı yalnızlık bahsi... Milyonlarca yıl önce doğduğunda –ki pek de kolay bir süreç değilmiş bu- umut varmış içinde. Ona göre elbet bu kadar yeşil bir çayırı fark edermiş çevresindekiler, ağaçlar görür görmez ona kök salmak ister, kader etkilerini ona yansıtmaktan korkarak ondan kaçarmış. Yine de umut ya bu! Hayal ya hani, gerçekleşmemek kanında var. Çoraklaşmış çayır gün geçtikçe, ilk zamanlarında her umut damlasıyla üzerine yağan yağmur yağmaz olmuş. Üzerinde tek bir ağaç tek bir ot parçası göremez olmuş gökyüzü arasıra göz kırparken çayıra. Kendisi bile inanmış sevilmeye layık olmadığına, onu gören ağaçların artık kaçacağına. Fakat hiç beklenmedik bir zamanda bir yolcu ayak basmış çayıra. İlk yolcusu ya çayırın, pek bir heyecanlanmış yolcuyu görünce. Bir müddet hırçınca germiş toprağını, sokmuş gözüne yolcunun kuraklığını. Sonra ikinci beklenmedik olay gerçekleşmiş; yolcu nasırlı parmaklarını sürmüş toprağın üzerine, okşamış, okşamış… Öyle ki bu okşayış süresince gökyüzünün kirpikleri defalarca anı yakalamak için açılıp kapanmış.
Gerisi ise… Gerisi ise yaşanmışlık, yaşanıyor hâlâ daha. Bir anlatıcı olarak ancak yolcunun çayırı okşadığı dakikalardan başlayabilirim aşklarını anlatmaya. Evet, en son elleri ellerindeydi yolcunun ve çayırın. Haykırıyordu yolcu;
“Aşk! Aşk! Aşk!” Çayırın ise aşkı kabullenmeye niyeti yoktu yıllar boyu incinmişken. Nasıl yapabilirdi ki? Nasıl hiçe sayabilirdi ruhuna insanların çektirdiği azapları? Nasıl geri dönebilirdi kaçtığı mabedinden? Yolcu bunları bilmiyordu tabii. Bu yüzden saniyeler içinde kalbini istedi çayırın. Aralara öpüşmeler serpiştirdi, tutkunun galip gelmesini umdu ve belki de bu aşk için bir sondur bu; yanıldı… Toprağı yolcunun ellerinin altında parçalandı çayırın. Ufalandı, bölündü, o an için olabilecek bütün acıları yaşadı. …Ve belki de bütün bunların, acıların bitmesine duyduğu istektendir; kafasını
“hayır, sevmiyorum seni” dercesine salladı çayır. Kopardı toprağını yolcunun ellerinden. Fırlattı rüzgârın önüne kendinden kalanları bulup bir bütünlük yaşayabilmesi için. Eğdi kafasını önüne ve sonsuzluk gibi gelen bir süre boyunca yıllardır kaçtığı yalnızlığı bekledi. Süre o kadar arttı ki değişti şekli bütün kâinat gözlerini ona çevirmişken. Bir kadın oldu belki, belki de başından bir kadındı. Kim bilir… Dedim ya,
“anlatıcıyım ben” diye. İlahi bakışı geçtim ama kim ayırt edebilir ki bir kadının üzerine örttüğü saklanmışlık pelerinini?!
Kadın ya da çayır ya da her ikisi anladı bir zaman sonra gerçekle yalan arasında kalmış inkârın karşısındaki adamı ne kadar incitebileceğini. Ve son bir umut olarak atıldı yolcunun kollarına.
“Sıcaklık istiyorum ey yolcu! Isıt beni.” İçinde kaldı kelimeleri. Sırtı uzun zamandır bütün olduğu toprakla buluştu. Birkaç taş deldi taze derisini, acıttı canını. Nereye giderse gitsin, hangi adımı atarsa atsın eski dostu acı hep oradaydı. Ama o an fiziki acıdan çok kalbinin sızısına kulak verdi. İlk göz ağrısıydı onu iten, canını her açıdan yakan. Gidecek miydi yolcu? Bırakacak mıydı onu sert zeminde? Başka şehirler, kasabalar kim bilir belki de çayırlar mı görecekti? Bu fikir kavurdu üzerindeki her bir parçayı.
Yolcu uzaklaşırken tekrar toprak oldu.
“Kal” diyemedi.
“Gitme” diyemedi. Bağıramadı arkasından, haykıramadı aslında hissettiği aşkı. Böyle biter zaten çoğu zaman aşklar. Suskunluklar bitirir gerçek mutluluğu.
Adım, adım, adım, adım, adım… Beş adım sayabildi ancak çayır yolcu onu terk ederken. Beş ayrı ceza kendisine biçilmiş. Beş ayrı ölüm…
Ve her şeyin bittiğini, yolcunun bir daha kendisini görmeye asla gelmeyeceğini anlayınca bağırdı gökyüzüne doğru;
“-Seni seviyorum! Seni seviyorum! Seni seviyorum!” Yutkundu hafifçe, devam etti ardından; “…ve bir daha asla geri gelmeyeceksin, biliyorum.”Sonra kendini yok olmuşluğa bıraktı. Ne kalkabildi yerinden, ne bir adım atabildi. Her hikâyenin sonu vardır. Hem yurdundan uzakta hem kendine yakın bir son yarattı kendine ağaçların gölgesi yüzüne vururken. Son ki bir hayata bedel… Son ki tatmak istemezsiniz.
*başka bir sitede yaptığımı söylemeye gerek bile duymuyorum...